Ana içeriğe atla
İSLÂM MÜCÂHİDİ HZ. MUS'AB b. UMEYR(ra)
            Hz. Musab deyince herkesin yüreğinin sızladığını hissederiz. Musab(ra) olmak kolay da olmuyor. Aziz İslam’a gönül vermek her yiğide nasip de olmuyor. Sabah kalkınca davam, akşam yatınca davam, dağdan aşarken davam, dağdan düşerken davam demek her dile kolay da gelmiyor. Hz. Musab böyle bir yüreğe ve dile sahip şahsiyetlerin başında yer alıyordu.
            Onun omuzlarına yüklendiği davayı, dağlara verseniz dağlar kabul etmez, yollara verseniz yollar çekmez. Ama o nahif bedenine aldırmadan ben varım Ya Resulallah(sas) dedi her zaman. Allah Resulü(sas) de ne zaman İslam’ın yüreklere taşınması gerekiyorsa mübarek dilindeki isimlerin zirvesinde de yine Musab yer alıyordu. Allah onun yüreğine davasından gayri bi şey koymamıştı sanki. Üzerinden elbiseleri alındı, durun yapmayın demedi. İşkencelere maruz kaldı, yeter artık etmeyin demedi. Mekke’den Habeşistan’a hicret vakti geldi, gidemem demedi. Medine’nin Ensar’ı onu beklerken o gelmem demedi. Her birine ben razıyım yeter ki Rabbim benden razı olsun dedi.
            İnsan sırtında taşıdığı davası oranında değer kazanır. Davası ne kadar değerli olursa kişi de o kadar değerli olur. Her dava hak davası da değildir. İnsanlar batılın davasını yüklenmiş iken o yükü kaldırmak için gayret eden yiğitler de asıl dava erleridir. Benim sırtımda zaten bir yüküm var demeden, o yükün sorumluluğunu kavrayan Müslüman batılı insanların üzerinden atmak için gayret gösterecektir. Tıpkı Hz. Musab’ın annesinin imanı için  uğraştığı gibi, tıpkı Hz. Musab’ın Yesrib’i Medine yaptığı gibi…
            Hz. Musab kendisine gelen insanlara önce İslam’ı anlatır daha sonra onlara Kur’an okurdu. Böyle yaparak onların gönüllerini kazanmaya çalışırdı. O kendi davasına çok güveniyordu. Ne İslam’ı gizliyordu ne de Kur’an’ı okumaktan çekiniyordu. Dava  adamı iman ettiği değerlere sıkı sıkıya sarılan adamdır. Hz. Musab hem Kur’an’a hem de Efendimiz’e(sas) işte bu şekilde bağlanmıştı. Yaşamak için yaşamıyor, yaşatmak için yaşamaya çalışıyordu. Derdi Allah’ın yüce dinini en yüksek mertebelere eriştirmek idi. Bunun için çaba gösterdi ve nihayet inandığı davası ondan son bir fedakarlık daha istiyordu. Zaman Uhud harbinin yaklaştığını haber veriyordu. Uhud tüm heybetiyle Uhud…
            Hicretin 3. yılı Şevval ayı, Miladi 625 Mart ayı. Takvimlerin Uhud’u gösterdiği günler idi. Müşriklerin Bedir’de uğradıkları ağır yenilginin intikamını almak ve Araplar arasında yerle bir olan itibarlarını geri kazanmak adına Müslümanlarla savaşmak için and içtikleri Uhud Savaşı’nda Musab b. Ümeyr sancağı elinde geliyordu. Resulullah’ın (sas) sancağını taşımak Musab b. Ümeyr’in nasibine düşmüştü yine.  Bedir Savaşı’nda taşıdığı gibi.
            Musab b. Ümeyr’in annesi Hünas bt. Malik ve kardeşi Ebu Aziz Uhud’da müşriklerin yanında yer almışlardı. Ne büyük bir acı! Annene ve kardeşine karşı kılıç kullanmak. Başta söylediğimiz gibi dava insana annesinden, kardeşinden daha sevimli gelmiyorsa onun adı dava olmaz. Düşünün Musab’ın(ra) o an ki halini. Biz olsak orada ne yapardık. Canımızdan çok sevdiğimiz annemiz mi yoksa aziz İslam’ın sancağı mı? Aynı candan, aynı kandan olan kardeşin mi yoksa seninle beraber aynı davaya gönül vermiş kardeşlerin mi? Burada söz kifayet etmiyor. Bunu ancak Musab b. Ümeyr ve onun yolundan gidenler başarabilirler. Musab’ın annesi müşriklere destek vermek için kışkırtıcı şiirler okuyordu. Kardeşi Ebu Aziz ise elinde kılıcı Müslümanlara hücum ediyordu.
            Ayneyn bir diğer adıyla Okçular tepesine Efendimiz(sas) Abdullah b. Cübeyr ile beraber 50 kişiyi konuşlandırmış ve şöyle emretmiştir: “Ne şart ve durum olursa olsun aslâ burayı terk etmeyeceksiniz. Bizlerin cesetlerinin yaban kuşlar (akbabalar) tarafından parçalandığını görseniz bile yerinizi bırakmayacaksınız.”  
            Savaşın başlangıcında Müslümanların gözle görülür bir üstünlüğü vardı. Müşrik ordusu neye uğradığını şaşırmıştı. Galibiyet hissine kapılan Ayneyn tepesindeki bazı askerler ganimet almak için tepeyi terk etmeye başladılar. Abdullah b. Cübeyr ise onlara yalvarırcasına yerlerini terk etmemelerini söylüyordu. Ama onu dinlememişler çok azı dışında tepeyi terk etmişlerdi. Bunu gören Halid b. Velid -o zamanlar henüz Müslüman değildi- Okçular tepesindeki zaafiyetten yararlanarak başta Abdullah b. Cübeyr’i ve az sayıda olan sahabe efendilerimizi yanındaki birlik ile beraber şehit ettiler. Savaşın seyri değişmişti artık. Galibiyete yakın olan Müslüman ordusu mağlubiyete doğru gidiyordu.
            Çok sayıda şehit vardı savaş meydanında. Ama onların  asıl istediği Efendimiz’i(sas) sağ bırakmamak idi. Bir anda yeniden ümitlenen Kureyş müşriklerinden Abdullah b. Şihab ez-Zührî, Utbe b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Kamîa ve Übey b. Halef Resulullah’ı öldürmek için yemin ettiler. Bunlardan İbn Kamîa Resulullah’a yaklaşarak onu şehit etmek üzere hamle yaptı. Bu esnada Nebi’yi(sas) korumak için Mus’ab b. Ümeyr onun karşısına çıktı. İbn Kamîa’nın üzerinde o gün iki zırh vardı. Hz. Musab ise ona nazaran savunmasızdı. İbn Kamîa Resulullah’ı(sas) şehit etmek için kılıcını salladı ve onu yaraladı. Musab ise bir elinde sancak, diğer elinde ise kılıç olduğu halde ona karşı koymaya çalışıyor ama bunu başaramıyordu.
            İbn Kamîa zalimi Hz. Musab’a yaklaşarak kılıcını sallamış ve onun sağ kolunu koparmıştı. Musab b. Ümeyr ise davasını temsil eden sancak yere düşmemesi için sancağı sol eline almıştı. İbn Kamîa bu sefer Hz. Musab’ın sol kolunu da kılıcı ile kesince Hz. Musab acılarına dayanarak sancağı göğsüne bastırmaya çalıştı. Nihayetinde İbn Kamîa, ona mızrağıyla hamle yaptı ve dayanma gücü kalmayan Hz. Musab yere düşerek şehit oldu. Toprağa düşerken o narin başı yüzünü toprağa gömmeye çalışıyordu Musab. Niçin yüzünü gizlemeye çalışıyordu? İbn Kamîa ona son darbeyi vurunca “Muhammed’i öldürdüm” diye bağırıyordu. O başını toprağa gömerek gerçekten Efendimiz’i(sas) şehit ettiğini zannetsin ve bir daha onu aramaya çıkmasın diye böyle yapıyordu. Senin başına kurban olalım biz Ey Musab!
            Savaş sona erecek ve şehitler defnedilecekti. Sahabeler Mekke’nin en zengini Musab’a kefenin yetmediğini söyleyeceklerdi. Başına çekilen kefen ayaklarını kapatamıyor, ayaklarına çekilince de başı açık kalıyordu. Dünyalar dolusu para ile hayata gözleri açan Musab, dünyadan tam bir kefen dahi alamadan gözlerini kapatıyordu. Efendimiz(sas) kefen ile başının örtülmesini, ayaklarına da güzel kokan izhir otu ile kapatılmasını istedi.
            Medine’ye dönünce Efendimiz’in(sas) karşısına Hz. Musab’ın hanımı Hamne bt. Cahş çıkmıştı. Efendimiz(sas) ona sabretmesini buyurdu. O ise kim için deyince kardeşi Abdullah b. Cahş için dedi. Ardından dayısı Hz. Hamza için sabretmesini istedi Efendimiz(sas). En sonunda yine sabret deyince kimin için diye sordu tekrar Hamne bt. Cahş. Efendimiz(sas) Musab b. Ümeyr için buyurunca Hz. Hamne buna dayanamamış ve feryad ederek vay başıma gelenler diyerek elemini belirtmişti. Efendimiz(sas) bunun üzerine şöyle buyurdu: “Kadın için her şey bir yana, kocası bir yanadır. Hamne, kardeşinin ve dayısının ölüm haberine dayandı, ama kocasının ölüm haberini duyunca feryat etti.”

            Anadan, yardan, serden geçmenin adıdır Dava, Musab b. Ümeyr’in hayatıyla sabit olan bir hakikattir bu.

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

BEYTÜ’L-MAKDİS MUALLİMİ: UBÂDE B. SÂMİT             Ubâde b. Sâmit 586 yılında Medine’de o gün ki adıyla Yesrib’de dünyaya geldi. Ensâr’ın Hazrec koluna mensup olan Hz. Ubâde’nin (ra) babası Sâmit b. Kays, annesi ise Kurretulayn bt. Ubâde’dir. Annesinin babasından yani dedesinden ismini alan Hz. Ubâde’nin Cemile bt. Ebû Sa’sa’a’dan Velid isminde bir oğlu dünyaya gelmiştir. Arap adetlerinde genel olarak ilk erkek çocuk babasına künye olduğu için Ubade’nin künyesi de Ebu’l-Velîd/Velid’in babası olmuştur. Ubâde b. Sâmit’in (ra) diğer hanımı da Enes b. Malik’in teyzesi Ümmü Haram bt. Milhan’dır. Mekkeli Müslümanlar hicret edince Allah Resulü (sas) onları Medineliler ile kardeş kıldı ve bu kardeşleştirmede Ubâde b. Samit’in (ra) muhacir kardeşi Ebu Mersed Kennâz b. Hasîn oldu. [1] İTAAT AHLAKI             Ubâde b. Sâmit’i (ra) ve ailesini imana taşıyan güzide isim aynı zamanda Medine’yi de İslam ile buluşturan Es’âd b. Zürare (ra) olmuştu. Medine’nin kaderinde büyük rol oynayan

İmtihanlar Ardında Saklı Bir Miraç

İmtihanlar Ardında Saklı Bir Miraç سُبْحَانَ الَّـذٖٓي اَسْرٰى بِعَبْدِهٖ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا الَّذٖي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاؕ اِنَّهُ هُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ ﴿١﴾ “Bir gece, kendisine bazı âyetlerimizi gösterelim diye kulunu Mescid-i Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah eksikliklerden münezzehtir. O, gerçekten her şeyi işitmekte ve görmektedir.” (İsrâ, 17/1)  İçinde yaşadığımız şu günlerde yüreklerin dayanamayacağı, göz pınarlarının tükeneceği imtihanlar yaşıyoruz. Yeryüzünün sahibi olan Rabbimiz, üzerine ayak bastığımız kara parçasını sünnetullah gereği depremlerle sınamaktadır. Buna yeryüzü açısından bakarsak fiziken bu çok normal bir durumdur. Allah, yarattığı toprağında zaman zaman nefes almasını, yer değiştirmesini bizim deprem diye tabir ettiğimiz doğal afet ile sağlamaktadır. Ancak insanlar nazarından olaya baktığımızda ise bu afetin özellikle ülkemizde ne yazık ki gözyaşı, ac
Peygamber Müjdesi: İstanbul’un Fethi Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla “Kostantiniyye, bir gün fetholunacaktır. Onu fetheden asker ne güzel asker, Onu fetheden komutan ne güzel komutandır.”   (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 18957) Ülkelerin, şehirlerin dünyevî amaç ve hedeflerle alınması fetih değildir. Fetih, Allah’ın rızası için yine O’nun adını taşınabilecek en uzak noktalara ulaştırmaktır. Fetihler ancak İslam ile fetih kimliği kazanırlar. Bu kimlik olmadan alınan her bir yere fetih değil gasp denilir. İstanbul’un fethini anlayabilmek için öncelikle İslam’ın ortaya çıktığı ilk asra yani Asr-ı Saadet’e bakmamız gerekmektedir. Asr-ı Saadet’te yaşanan bir hadise İstanbul’un fethini müjdelemekteydi. Hendek Savaşı için hendekler kazılırken Sahabîler bir kayaya denk geldiler. Nakledildiğine göre, kazı esnasında bu kayayı aşabilmek için Hz. Peygamber(sav) çağrılmış ve üç balyoz vuruşu ile engel ortadan kaldırılmıştı. Yine rivayetlerde geçtiğine göre, Hz. Peygamber(sav) her üç vu