Ana içeriğe atla

HAYATINDA SEVGİN VE NEFRETİN NE DURUMDA!


“Hazinesi bizim yanımızda olmayan hiçbir şey yoktur.
Fakat biz onu belli bir ölçüyle indiririz."[1]

Sevgi ve nefret nedir? İlk olarak bunların anlamlarını öğrenelim. Sevgi; bir kimseye veya bir şeye muhabbet besleme hissidir.[2] Nefret ise; herhangi bir kişi, varlık veya olaydan bağları koparma durumudur. Tanımları verdikten sonra ayetin manasını açacak olursak; Yüce Allah ayet-i kerimede eşyaları, insanları, hayvanları vs. tüm kâinatı belli bir ahenk ve düzen içinde yaratmıştır. Aynı zamanda bu ayet konumuz itibariyle de insandaki huyları, sevgiyi ve nefreti de insana belli bir ölçü çerçevesinde kullanması gerektiği mesajını verir.
           
            Çağımızda insanlar itidalin/ölçünün yalnızca ibadette olduğunu zannediyorlar. Hâlbuki Resulullah(sav) ne buyuruyor: “Dostunu severken ölçülü sev, zira günün birinde düşmanın olabilir. Düşmanına da ölçülü bir şekilde buğzet, çünkü günün birinde dostun olabilir.”[3] İşte bu hadis-i şeriften de anladığımız kadarıyla mutedil olmak sadece ibadette veya itaatte değil hayatın her alanında olması gereken bir ahlaki prensiptir.

             Mesela insan sevdiği kişinin asla kusurunu görmek istemez ve ona bu kusurlarını görse de söylemez. Esasında bu karşısındaki kişiye fayda değil, büyük oranda zarar dahi vermektedir. Diğer yandan insan düşman olduğu kişiye ise tüm kinini kusmaktadır. Düşmanının doğrularını dahi yanlış algılar ve bulsa bir kaşık suda boğacak hale bürünür. Ama Allah(cc) bir kavmi helak edeceği zaman onlara bir şans vermiş ve onları asla yargısız infaz etmemiştir. Öte yandan Allah Resulü(sav) ashabını çok severdi ama onların yanlışlarına çoğu zaman göz yummaz ve onları güzel bir dil veya manalı bir bakış ile uyarırdı.

            Örnek verecek olursak Resulullah’ın(sav) ashabından iki yiğidin bu dengeyi nasıl koruduklarına bakmamız gerekir. Bu iki yiğitten biri Ebu Zer, diğeri ise müezzinlerin efendisi olan Bilal-i Habeşi’dir. Bir gün Ebu Zer(ra) ve Bilal(ra) bir konu hakkında tartışmaya girer. Tartışma uzar ve Ebu Zer dayanamaz ve Bilal’e; “Sen sus siyah kadının oğlu.” der. Bilal(ra) üzülür ve bu hadiseyi Efendimiz(sav)’e anlatır. Ebu Zer Resulullah’ın(sav) huzuruna gelir ama O’nun(sav) yüzüne bakamaz. Efendimiz (sav) Ebu Zer’e; “Senden cahiliye kokuları alıyorum ey Ebu Zer.” buyurur. Utancından kafasını kaldıramayan Ebu Zer gece Hz. Bilal’in kapısına gider ve yere uzanır. Sabah namazı için evden çıkan Bilal(ra) Ebu Zer’i yerde görünce şaşırır. Ebu Zer(ra), Hz. Bilal’e; “O siyah ayağınla yüzüme basmadıkça buradan kalkmam.” der. Hz. Bilal böyle bir şeyi yapamayacağını söylese de Ebu Zer’i ikna edemez. En sonunda ayağını hafifçe Ebu Zer’in ağzına dokundurur ve onu yerden kaldırır. Gözyaşları içinde kucaklaşırlar. Birbirlerinden özür dileyip oradan ayrılırlar.

            Bu tabloda gördüğümüz gibi Efendimiz(sav) nasıl bir ümmet yetiştirmiş ve bizlere de bunu nasıl öğütlemiş hepimizin nazarına sunmaktadır. Zaten sahabe efendilerimiz ne zaman hata yapsalar, özür dilemeyi de bilmişlerdir. Bizlere de bu tutumu en iyi şekilde göstermişler.

            Eğer bizler böyle bir tutum içerisinde olmaz isek Allah korusun bu davranış bizlere kötü hasletler kazandırabilir. Düşmanına kararmış bir gözle bakarsan belli bir zaman sonra hakikati dahi göremeyecek bir göze sahip olabilirsin. Bir diğer özellik ise eğer sevdiğine sürekli müsamaha gösterirsen, onun yanlışlarını tenkit etmez isen gün gelir artık hak ile batılı birbirinden ayıramayacak bir duruma gelirsin. Bundan dolayıdır ki hem Rabbimiz hem Efendimiz(sav) bu ümmetin mutedil/vasat bir ümmet olduğunu defalarca vurgulamıştır.
           
            Şöyle Kur’an’ı açıp baktığımızda, hadisleri araştırdığımızda geçmiş toplulukların helakı kendilerini orta yolda tutamamalarıdır. Kimi putunu çok sevmiş, kimi parasını, kimi yaşantısından nefret etmiş, kimi -haşa- Allah’tan yüz çevirmiştir. Burada Üstad Bediüzzaman Said Nursi'nin misaline değinmemiz gerekir. Üstad bu misalinde Şialar'ın Âl-i Beyt'e olan muhabbetlerinden bahsediyor. Üstad muhabbeti Mana-yı harfiyle ve Mana-yı ismiyle muhabbet olmak üzere ikiye ayırıyor. Mana-yı harfiyle muhabbet gerçekten Allah ve Resulü(sav) için sevmek ve yaratılanlarda Allah'ın varlığı ve birliğini tanımaktır. Mana-yı ismiyle muhabbet ise o varlığın bizzat aslını sevip -haşa- onu ilahlaştırmaya kadar götüren muhabbettir. Buna örnek olarak Üstad, Şiaların Ehl-i Beyt'e olan muhabbetlerini gösteriyor. Şialar Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'i işte yukarıda belirtilen duruma getirdiklerini dile getiriyor.[4]
           
            Peki, Müslüman Müslüman’a nefret duyabilir mi veya ona küsebilir mi? Bu hususu da Ebu Hureyre’nin(ra) rivayet ettiği hadisten öğrenelim; ‘Resulullah(sav) şöyle buyurdu: "Bir Müslüman’ın, kardeşine üç günden fazla küsmesi helal olmaz. Kim üç günden fazla küser ve bunun üzerine ölürse cehenneme girer.”  buyurdu.’[5] Burada da Resulullah(sav) dargınlığın hatlarını çizmiştir. Anladığımız kadarıyla sürenin üç gün olmasının iki sebebi olabilir. Birincisi zaten Efendimiz(sav) hadisin sonunda ölüm ifadesini vurgulamıştır. Ölüm gelmeden kısa bir sürede bu dargınlığı bitirmek için bu sayıyı vermiş olabilir. İkincisi ise yaşanan hadise kimseye duyurulmadan kişiler arasında halledilmelidir. Aksi takdirde gün geçtikçe kıvılcım büyük yangınlara sebebiyet verebilir ve diğer insanlara da zarar verebilir.
           
            Son olarak şu önemli noktaya dikkat kesilelim. Her şeyde olduğu gibi sevgi ve nefrette de denge olmaz ise dengenin koptuğu yerde insan Allah’tan uzaklaşır. Uzaklaştığı noktada ne var ise orada insan kendisine modern bir put edinir.




[1] Hicr,21
[2] Şamil İslam Ansiklopedisi
[3] Tirmizi Birr 60
[4] Mektubat- 106
[5] Ebu Davud 5/215

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BEYTÜ’L-MAKDİS MUALLİMİ: UBÂDE B. SÂMİT             Ubâde b. Sâmit 586 yılında Medine’de o gün ki adıyla Yesrib’de dünyaya geldi. Ensâr’ın Hazrec koluna mensup olan Hz. Ubâde’nin (ra) babası Sâmit b. Kays, annesi ise Kurretulayn bt. Ubâde’dir. Annesinin babasından yani dedesinden ismini alan Hz. Ubâde’nin Cemile bt. Ebû Sa’sa’a’dan Velid isminde bir oğlu dünyaya gelmiştir. Arap adetlerinde genel olarak ilk erkek çocuk babasına künye olduğu için Ubade’nin künyesi de Ebu’l-Velîd/Velid’in babası olmuştur. Ubâde b. Sâmit’in (ra) diğer hanımı da Enes b. Malik’in teyzesi Ümmü Haram bt. Milhan’dır. Mekkeli Müslümanlar hicret edince Allah Resulü (sas) onları Medineliler ile kardeş kıldı ve bu kardeşleştirmede Ubâde b. Samit’in (ra) muhacir kardeşi Ebu Mersed Kennâz b. Hasîn oldu. [1] İTAAT AHLAKI             Ubâde b. Sâmit’i (ra) ve ailesini imana taşıyan güzide isim aynı zamanda Medine’yi de İslam ile buluşturan Es’âd b. Zürare (ra) olmuştu. Medine’nin kaderinde büyük rol oynayan

İmtihanlar Ardında Saklı Bir Miraç

İmtihanlar Ardında Saklı Bir Miraç سُبْحَانَ الَّـذٖٓي اَسْرٰى بِعَبْدِهٖ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا الَّذٖي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاؕ اِنَّهُ هُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ ﴿١﴾ “Bir gece, kendisine bazı âyetlerimizi gösterelim diye kulunu Mescid-i Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah eksikliklerden münezzehtir. O, gerçekten her şeyi işitmekte ve görmektedir.” (İsrâ, 17/1)  İçinde yaşadığımız şu günlerde yüreklerin dayanamayacağı, göz pınarlarının tükeneceği imtihanlar yaşıyoruz. Yeryüzünün sahibi olan Rabbimiz, üzerine ayak bastığımız kara parçasını sünnetullah gereği depremlerle sınamaktadır. Buna yeryüzü açısından bakarsak fiziken bu çok normal bir durumdur. Allah, yarattığı toprağında zaman zaman nefes almasını, yer değiştirmesini bizim deprem diye tabir ettiğimiz doğal afet ile sağlamaktadır. Ancak insanlar nazarından olaya baktığımızda ise bu afetin özellikle ülkemizde ne yazık ki gözyaşı, ac
Peygamber Müjdesi: İstanbul’un Fethi Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla “Kostantiniyye, bir gün fetholunacaktır. Onu fetheden asker ne güzel asker, Onu fetheden komutan ne güzel komutandır.”   (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 18957) Ülkelerin, şehirlerin dünyevî amaç ve hedeflerle alınması fetih değildir. Fetih, Allah’ın rızası için yine O’nun adını taşınabilecek en uzak noktalara ulaştırmaktır. Fetihler ancak İslam ile fetih kimliği kazanırlar. Bu kimlik olmadan alınan her bir yere fetih değil gasp denilir. İstanbul’un fethini anlayabilmek için öncelikle İslam’ın ortaya çıktığı ilk asra yani Asr-ı Saadet’e bakmamız gerekmektedir. Asr-ı Saadet’te yaşanan bir hadise İstanbul’un fethini müjdelemekteydi. Hendek Savaşı için hendekler kazılırken Sahabîler bir kayaya denk geldiler. Nakledildiğine göre, kazı esnasında bu kayayı aşabilmek için Hz. Peygamber(sav) çağrılmış ve üç balyoz vuruşu ile engel ortadan kaldırılmıştı. Yine rivayetlerde geçtiğine göre, Hz. Peygamber(sav) her üç vu