Ana içeriğe atla
BİR HASTALIK ÇEŞİDİ: BANANE!
Yüce Allah bizleri dünya hayatına gönderirken kendisine inanan biz kullarını kardeş kıldı. Bu kardeşlik aynı anadan ve aynı babadan olma şartı ile değildi. İman eden kullar ancak kardeş oldular. Hatta bu kardeşlik Nebevî iklimi teneffüs etmiş olan, o saadet asrının kahramanları sahabe efendilerimizde o kadar kalbe işlemişti ki ana-baba bir kardeşin bile ötesinde yer alıyordu.
Yaşadığımız şu asrımızda kardeşlik denince akla nesep bağları gelmektedir. Dostluklar ise genellikle menfaatler üzerine kurulmaya başlandı. ‘Selam verdik, borçlu çıktık’ deyimi de aramızda bir nişane olan Selam’ın bile artık insanlar arasında çok görüldüğü bir atmosferde yaşıyoruz. ‘Selam verirsem veya Selam’ı alırsam kesin arkasından bir şeyler gelecektir’ korkusu(!) çepeçevre kuşatmış bizleri. Peki, nasıl bu hale geldik. Bizi birbirimizden ayıran sebepler nelerdi? Kanunî Sultan Süleyman ve Yahya Efendi’nin birbirlerine gönderdiği mektup bize bunun sebebini öğrenmemize kanaatimce yardımcı olacaktır.
Kanuni Sultan Süleyman, en yüksek duruma getirmiş olduğu devletin akıbetini hayâl eder, günün birinde “Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı?” diye derin derin düşünmeye başlar. Bu gibi soruları çoğu zaman sütkardeşi meşhur âlim Yahya Efendi’ye sorduğundan bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu keşfine inandığı Yahya Efendi’ye gönderir... “Sen ilahî sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?” şeklinde mektubunu gönderir.

            Güzel bir hatla yazılmış mektubu okuyan Yahya Efendi’nin cevabı bir bakıma çok kısa, bir bakıma içinden çıkılmaz bir hâl alır:

Neme lâzım be Sultanım!

            Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bir mana veremez. Yahya Efendi gibi bir zatın böylesine basit bir cevapla işi geçiştireceğini pek düşünmez. Söylenmeye başlar: “Acaba bilmediğimiz bir mana mı vardır bu cevapta?” Nihayet kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gelir. Sitem dolu sorusunu tekrar sorar:

Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!

Sultanım sizin sorunuzu ciddiye almamak ne haddimize? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz ettim.

İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “neme lâzım be Sultanım!” demişsiniz. Sanki “Beni böyle işlere karıştırma” der gibi bir anlam çıkarıyorum.

Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şâyi olsa, işitenler de “neme lâzım” deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa. Fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir...
            Yahya Efendi –Allah kendisinden razı olsun- meseleyi çok güzel bir şekilde özetlemiş. Asırlar evvelinden de günümüze ışık tutmuş. O devir için kullandığı ifade “Neme Lazım”ın bizdeki karşılığı ‘Banane’ olarak karşımıza çıkıyor. Buna ait de ne yazık ki bir deyimimiz var. O da ‘bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’ anlayışıdır. Mümin bir insan böyle bir şeyi asla kabul edemez. Sana yaklaşmayan yılan kardeşine gelirse ne yapacaksın! O yılan evlad-ı ıyale dokununca aynı cümleyi kullanabilecek misin? Bir dostuna yaklaşsa ne düşünürsün?
            Mümin ferasetli adamdır. Olaylara en geniş bakan adam kaliteli mümin adamdır. Günü birlik yaşamak asla bizim şiarımız olamaz. Biz dostluğumuzla bugünlere ulaştık. Unuttuk mu yoksa Çanakkale’de şehit olan Filistinliyi, Mısırlıyı, Pakistanlıyı. Ne için geldiler o kadar yolu. Attıkları adımın karşılığında da dünyevî bir menfaat yoktu elbette. Onlar ölüme koşuyorlardı. Hatta ölümü öldürmek için atılan adımlardı o adımlar. Müslüman kardeşi ile omuz omuza cenk etmenin mutluluğunu yaşamak istiyorlardı. Çünkü onlar sağlam dostlar idiler. Birbirlerinin dillerini de bilmiyorlardı. Ama dostluk dil ile değil kalp ile olur diyorlardı onlar o savaş meydanında.
            İslam yeniden hâkim olacaksa şu dünyaya, bu sırf Allah rızası için kurulmuş dostluklarla olacaktır, bu ayağı kayan bir kardeşine ‘banane’ demeden, yüz çevirmeden onlarla ilgilenerek olacaktır. Belki biz müdahale edince hoşlanılmayacak ve hor görüleceğiz. Bu durumda Üstad Bediüzzaman gibi tavır takınmaya çalışacağız. Üstad şöyle diyor: “Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!”
            Ve kurtuluşumuz şu ilahî düstur ile bizlere beyan ediliyor: “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.”[1]
            Yazıyı hitama erdirirken Yunus Emre hazretin şu dizelerini hatırdan çıkarmamak gerekir;
Kırma dostun kalbini onaracak ustası yok.
Soldurma gönül çiçeğini sulamaya tası yok.
                                                           Kürşat ASLAN




[1] Al-i İmran 3/103

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BEYTÜ’L-MAKDİS MUALLİMİ: UBÂDE B. SÂMİT             Ubâde b. Sâmit 586 yılında Medine’de o gün ki adıyla Yesrib’de dünyaya geldi. Ensâr’ın Hazrec koluna mensup olan Hz. Ubâde’nin (ra) babası Sâmit b. Kays, annesi ise Kurretulayn bt. Ubâde’dir. Annesinin babasından yani dedesinden ismini alan Hz. Ubâde’nin Cemile bt. Ebû Sa’sa’a’dan Velid isminde bir oğlu dünyaya gelmiştir. Arap adetlerinde genel olarak ilk erkek çocuk babasına künye olduğu için Ubade’nin künyesi de Ebu’l-Velîd/Velid’in babası olmuştur. Ubâde b. Sâmit’in (ra) diğer hanımı da Enes b. Malik’in teyzesi Ümmü Haram bt. Milhan’dır. Mekkeli Müslümanlar hicret edince Allah Resulü (sas) onları Medineliler ile kardeş kıldı ve bu kardeşleştirmede Ubâde b. Samit’in (ra) muhacir kardeşi Ebu Mersed Kennâz b. Hasîn oldu. [1] İTAAT AHLAKI             Ubâde b. Sâmit’i (ra) ve ailesini imana taşıyan güzide isim aynı zamanda Medine’yi de İslam ile buluşturan Es’âd b. Zürare (ra) olmuştu. Medine’nin kaderinde büyük rol oynayan

İmtihanlar Ardında Saklı Bir Miraç

İmtihanlar Ardında Saklı Bir Miraç سُبْحَانَ الَّـذٖٓي اَسْرٰى بِعَبْدِهٖ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَا الَّذٖي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاؕ اِنَّهُ هُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ ﴿١﴾ “Bir gece, kendisine bazı âyetlerimizi gösterelim diye kulunu Mescid-i Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah eksikliklerden münezzehtir. O, gerçekten her şeyi işitmekte ve görmektedir.” (İsrâ, 17/1)  İçinde yaşadığımız şu günlerde yüreklerin dayanamayacağı, göz pınarlarının tükeneceği imtihanlar yaşıyoruz. Yeryüzünün sahibi olan Rabbimiz, üzerine ayak bastığımız kara parçasını sünnetullah gereği depremlerle sınamaktadır. Buna yeryüzü açısından bakarsak fiziken bu çok normal bir durumdur. Allah, yarattığı toprağında zaman zaman nefes almasını, yer değiştirmesini bizim deprem diye tabir ettiğimiz doğal afet ile sağlamaktadır. Ancak insanlar nazarından olaya baktığımızda ise bu afetin özellikle ülkemizde ne yazık ki gözyaşı, ac
Peygamber Müjdesi: İstanbul’un Fethi Rahman ve Rahim Allah’ın Adıyla “Kostantiniyye, bir gün fetholunacaktır. Onu fetheden asker ne güzel asker, Onu fetheden komutan ne güzel komutandır.”   (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 18957) Ülkelerin, şehirlerin dünyevî amaç ve hedeflerle alınması fetih değildir. Fetih, Allah’ın rızası için yine O’nun adını taşınabilecek en uzak noktalara ulaştırmaktır. Fetihler ancak İslam ile fetih kimliği kazanırlar. Bu kimlik olmadan alınan her bir yere fetih değil gasp denilir. İstanbul’un fethini anlayabilmek için öncelikle İslam’ın ortaya çıktığı ilk asra yani Asr-ı Saadet’e bakmamız gerekmektedir. Asr-ı Saadet’te yaşanan bir hadise İstanbul’un fethini müjdelemekteydi. Hendek Savaşı için hendekler kazılırken Sahabîler bir kayaya denk geldiler. Nakledildiğine göre, kazı esnasında bu kayayı aşabilmek için Hz. Peygamber(sav) çağrılmış ve üç balyoz vuruşu ile engel ortadan kaldırılmıştı. Yine rivayetlerde geçtiğine göre, Hz. Peygamber(sav) her üç vu